Geceleri yattığımda başlıyordu çarpıntı. Aslında buna tam olarak çarpıntı değil düzensizlik diyebilirdim. Kalbim geçmişte olduğu gibi düzensiz atıyor, her atış kendi bölgesinin dışına taşıyor gibiydi. Daha geniş bir alanda hissediyordum. Huzursuzluk veren bir şeydi. Kontrollerde belirgin bir olumsuzluk görünmüyordu. Hatta bir gün holter cihazı takılmış ama ele gelir bir veri ortaya çıkmamıştı. Bir başka hastayı hatırlamıştım. Dâhiliye doktorum anlatmıştı. Holter takılan hasta ertesi gün cihazın çok iyi geldiğinden bahsedip doktora teşekkür etmişti. Ben de ona benzemiştim sanki.
Geçmişte çok yaşamıştım. Gün içinde herhangi bir zamanda aniden oluyordu. Yüreğim ağzıma geliyordu. Düzenleyici içiyordum üstelik. Sonra canıma tak etti. Dedim ki kendi kendime, olsa olsa ölürüm. E zaten ölmeyecek miyim? Ha şimdi ha sonra ne fark eder? Bununla biraz rahatladım. Hatta Mehmet Mahzun’u da rahatlattım. Uşak Ulubey kanyonundaydık. Cam terasın üzerinde yürümeye hazırlanıyorduk. Korkuyordu, hem de çok. Bense panik atak hastalığı ve bütün korkularımı atlatmış olmanın rahatlığı içindeydim. O günle ilgili şu notları almıştım:
Kanyon alanına girdikten sonra ilerlediğimizde cam terası görüyoruz. Ayakkabıyla girilmiyor, kapıda üç liraya galoş veriyorlar. Galoşlarımızı ayakkabıların üzerine geçirip ilerlemeye başlıyoruz. Bu o kadar kolay değil, terasın altı, yüz elli metrelik bir yükseklik halinde oldukça ürkütücü görünüyor. Üstelik biraz ilerleyip uçta duranlar sallandığını söylüyor. Uca gittiğimde ben de hissedeceğim sallantıyı.
Burada kalabilir ya da cesaretimi toplayıp ileriye gidebilirim. Öncelikle ayakkabılarımı çıkarıyor sonra yavaş yavaş ilerliyorum. Korkunun kendisinden korkarak yaşamamaya karar verdim. Ne kadar başarabilirsem… Mehmet Mahzun Doğan, benim adı gibi mahzun şairim çok korkuyor. Haydi gel diyorum elimi uzatarak, koykuyoyum diyor. R’leri söyleyemiyor. Sakinleştirmeye çalışıp orta yerlere kadar götürüyorum. Bak tityiyoyum Gülistan diyor ellerini göstererek. Yere oturuyoruz, konuşmaya çalışıyorum:
“Mahzun’cuğum neden bu kadar korkuyorsun? Ne olabilir sence?”
“Cam kıyılabiliy.”
“Peki camın kırılma ihtimali ne kadar sence?”
Bu kez mantığıyla cevap vermeye çalışıyor:
“Yok gibi biy şey.”
“Diyelim ki az da olsa var ve kırıldı. Bu durumda ne olur?”
“Düşey ölüyüz.”
“Ama Mahzun zaten ölmeyecek miyiz? Diyelim ki şimdi düşüp öldük. Sence bu on beş yıl sonra ihtiyarlıktan ölmekten daha mı kötü? Hem bir de şunu düşün; Bir şair için buradan düşüp ölmek kadar romantik olabilir mi yatağında ölmek?”
Gülümsüyor. Onu tam anlamıyla ikna etmeyi beklemiyorum. Haydi diyorum şimdi orta parmağını uzat da boşluğa doğru fotoğrafını çekeyim. Korkularımıza yapmış olalım bunu. Bak ben denedim az önce.
Deniyor. İlk çekim başarısız. Orta parmağını uzatmayı bir türlü beceremiyor. İkinciyi çekerken ben yardımcı oluyorum, başarıyor.
Mahzun oldukça rahatlamışken bolca fotoğraf çekiliyoruz. Burada herkes durmadan poz veriyor, herkes durmadan fotoğraf çekiyor. Burada herkes mutlu.
Toplantı dönüşü evden yaptığım telefon görüşmesinde “Mahzun” diyorum; “Hem Can Baba Can Baba diyorsun hem de böyle küfürbaz adama hayranlığına karşın orta parmak hareketini bile yapamıyorsun.”
Kahkahalar atıyor:
“Gülistan böyle biy şeye ancak sen dikkat edeysin!”
Şimdilerde yine aynı düşünceyi içselleştirmeye çalışıyorum. Olsa olsa ölürüm. Ancak bu kez peşinden yaşamın anlamına dair sorular geliyor. Değişen bir şeyler var çünkü. Yaşam olmasaydı yani ben yaşamasaydım? Yaşam gereksiz olabilir mi? Bütün anlam yükleme gayretlerimiz boşuna olabilir mi? Ama işte yine bir şeyler var. Her huzursuzluk bir armağan getiriyor belki de. Armağan, şimdilerde anlam anlamına geliyor. Ama belki ben değiştirip dönüştürüyorum. İflah olmaz hayalperest. Bir de o felsefenin yılmaz savunucusu. Epiktetos demişti ki: “Bizi üzen olaylar değil olaylara bakış açımızdır…” Bunu ilk hastalandığımda öğrenmiştim. Bilişsel terapinin temelini oluşturuyordu neredeyse.
O gün ilk İngilizce dersinde şöyle yazdım not defterime: “Heyecandan ölebilirim…” Öyle ki derse adapte olamadım uzun süre.
Mehmet İngilizce hocasıydı. Yabancı Diller Yüksek Okulunda çalışıyordu. Gülce’nin diploma alması nedeniyle düzenlediğim yemekte tanıştık. “Zekeriya Sofrası” deniyordu. Bir adağın varsa onu yapmayı vaat ediyordun. Mezuniyeti için adamıştım. Şeker, kolesterol ve benzeri sorunları olan arkadaşlarımı değil öğrencileri davet etmiştim. Öğrencileri eskiden beri seviyordum. Sosyoloji hocam demişti ki, “üniversite öğrencileri beslenme yetersizliği yüzünden hasta oluyor. Devlet bu sorun için harcama yapsa sağlığa dayalı giderler azalacak.” İşte bu içimi acıtmıştı. Bir de Gülce. Üç öğrenci kalıyorlardı. Kurban bayramı ertesinde yani aşure günlerinde asansör girişine bir yazı asmıştı. “Öğrenciyiz, açız. Aşurelerinize talibiz! Kat 4 Daire 8” Komşu kadın benim gözümden bakmıyordu, çok ayıplamıştı da adeta özür dilemek zorunda kalmıştım. İşte bunu da unutmuyordum, bu yüzden öğrencileri doyurmak istedim. Mehmet onlarla birlikte geldi. Bir yanda üzeri dolu yemek masası diğer yanda güzel bir sohbet vardı. Akşam bir söyleşiye gidecektik de bir türlü kalkmak bilmemişlerdi. Sonra Gülce kibarca sohbete başka zaman devam etmemiz gerektiğini söylemişti. Ettik de. Mehmet’le arkadaş oldum. Çünkü o benim gözümde bilgiydi. Bilginin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Bir gün edebiyat hakkında konuşurken İngiliz Edebiyatı okumamı önerdi. Kendisi o bölümü bitirmişti. Bu benim için radikal bir karar sayılacaktı, biraz temkinli davrandım. Öncelikle onun derslerine girerek İngilizce öğrenmek istedim. Böyle başladı. İşte bu notu da ilk derste aldım.
Bana daha önceki sohbetlerimizden birinde dinlettiği bir şarkıyı dinledik ilk derste. O gün sadece kelimeleri seçmeye çalışmamı istemişti, dersteyse tercüme yapıyordu. Şarkının ilk cümleleri felsefemi anlatıyordu: “Eğer eğlenmiyorsan, ne yaptığının önemi yok…” Eğlenmek ne demek, heyecandan ölüyordum. Hâlâ öyleyim ve sanırım hep öyle kalacağım.
Emekli olduktan sonra bir süre yaşadığım “tatlı hayatı” sıkıcı bulup bilinçsiz de olsa anlam üzerine düşünmeye başladım. Bir öncelik belirleme süresi miydi bilmiyorum. Atalay’ın önerisiyle felsefe kursu ararken Pamukkale Üniversitesi hocaları lisans derslerine girebileceğimi söylediler. Ne iyi insanlarmış. Böyle başladı. Felsefe, edebiyat ve sosyoloji bölümlerine elimden geldiğince devam ettim. Elbette bu diğer öğrenciler gibi değildi ancak dersleri çok içten dinleyip notlar alıyor sonra bilgisayara aktarıyordum. O günlerdeki mutluluğumu hep duygulanarak hatırlayacağım. Bir nevi aşktı. Ancak bir aşk insanı bu kadar heyecanlandırabilirdi. Şöyle yazmıştım:
“Çekil önümden çocuk ben okula gidiyorum, duydun mu, o-ku-la! Hani o dizide kadın “Sülüman beni bekler” diyor ya, okul da beni bekler çocuk!
“Azim öyküsü” diyebilirler buna ama değil çocuk. Benim hayatımda o kelime nedense pek yer bulmadı. Tesadüflerle şekillendi belki de her şey. Hayat bir şeyler getirdi ya da götürdü. Ama getirdikleri fazlaydı galiba. Zaman zaman bir tartı canlanıyor gözümde ama doğrusu çok da önemsemiyorum.
Çekil yanımdan çocuk geride kal. Senin nereye gittiğin hiç mi hiç umurumda değil. Aslında istesem şu anda sana dair bir senaryo yazabilirim ama ben şimdilerde kendi hayatımın senaryosunu yeni baştan yazmakla meşgulüm. Belki çok öncelerden yazılmıştı da ben yeniden yazdığımı sanıyorum. Önemli değil. Çünkü ben bu senaryoyu çok mu çok seviyorum.
Bak çocuk; ben bu defteri kızım için almıştım, bu yanımdaki koltukta gördüğün telli defteri. O öğretmenliğe başladığında anılarını yazacaktı buna. Ama kısmet banaymış. Şimdi ben dolduracağım o bembeyaz sayfaları çocuk. Yazım pek güzel sayılmaz ama olsun, içeriği çok güzel olacak. Eve gittiğimde açıp açıp okuyacağım. Felsefe ve sosyolojiye dair çok eski ama benim için çok yeni saptamalar olacak o satırlarda. Belki sonraki günlerde edebiyata dair şeyler. Şimdilik aklımın bir yerlerinde hayal sadece ama her şey önceleri hayal değil mi zaten? Hayalini kurmadığın şeylere ulaşamıyorsun çocuk. Kafanda önce belli belirsiz, sonra daha belirgin ve sonra bir bakıyorsun ki hayat kadar gerçek olmuş. Hayal kurarken neyin gerçekleşip neyin hayal olarak kalacağını da biliyorsun aslında çocuk! Belki kendini ona göre hazırlıyorsun.
Kanatlandım ben bugün çocuk! Bak saçlarımı bile yaptırmadan çıktım yola, öylesine örüverdim arkadan. “Şıklık” kaygımı da atmışım üstelik! Sıradan bir pantolon, sıradan bir kazak ve sıradan bir yağmurlukla çıkıvermişim sokağa. Sen, hep fiziksel kaygılar taşıyan 49’unun içindeki bir kadın için bunun ne demek olduğunu bilmezsin çocuk!
Hadi çekil önümden artık…”
Evet, buna “Azim öyküsü” diyenler vardı. Ancak ben hırsla yapmıyordum, o şeyi bitirmek, başarmış olmak amacıyla başlamıyordum. Başarısızlık duygusu sadece hastalığımda yaşanmıştı. Çok aciz hissettiren bir durumdu, belki bu yüzden.
Üç kitabımı yan yana koyup fotoğrafını çeken genç bir okur “Bir kadının azmi, bir kadının hırsı ve bir kadının güçlü oluşu” yazısıyla hikâye yapmıştı. Bence bu değildi ama belki oradan bakınca öyle görünüyordu. Önemli değil. Önemli olan benim bu yolda hissettiğim huzur, mutluluk ya da ne derseniz deyin. Her nereye gideceksem bir an önce varmak değil yolun kendisini mutluluğa çevirmek istiyorum. Bütün çabam, yazgımı sevecek hale getirmeye yönelik… Başarıyorum.
Gülistan Sinanoğlu
7 Kasım 2018