Cesur yürekli bir kadın o. Yüreğinin kapılarını; acısıyla, hüznüyle, sevinciyle açıyor okurlarına. Yağan yağmurun altında arabasını kenara çekip yağmur damlalarıyla yarıştırıyor gözyaşlarını. Bir başka zamanda arabasına binip uzaklaşma, çok uzaklara gitme ya da uzun bir uykuya dalıp daha iyi, daha mutlu uyanma isteğini dile getiriyor.
Gülistan Sinanoğlu panik atak hastalığını, salt aynı hastalığa yakalananlar kendilerini çözebilsin diye aşama aşama anlatıyor.
-Sizi tanıyalım;
-1962 yılında Manisa-Gördes’te doğdum. Ailemin memur olması dolayısıyla farklı yerlerde ilkokulu bitirdim ve yatılı okumak üzere Demirci Öğretmen Okulu’nda öğrenime başladım. Ancak biz okulu bitiremeden öğretmenlik hakkımız alındı. O dönem, son derece karışık bir dönemdi. 1980 öncesinden bahsediyorum. Lise öğrenimimi Manisa ve Nevşehir’de tamamlayıp Denizli Eğitim Yüksek Okulu’nu kazandım ve öğretmen oldum. Sınıf öğretmenliğinin yanı sıra hizmet içi eğitim kurslarına katıldım, uzun süre müzik öğretmenliği yaptım. Yirmi iki yıl çalıştıktan sonra emekli olmayı tercih ettim. Büyük kızım Gülşah anaokulu öğretmeni, iki yıldır Diyarbakır’da çalışıyor. Küçük kızım Gülce ise bu yıl üniversiteye başlayacak. Eşim Ahmet İbanoğlu Denizli’de bir kamu kurumunda yönetici olmanın yanı sıra eski bir futbol hakemi ve halen süper ligde gözlemcilik yapıyor. Uzun yıllardır burada yaşıyorum. Bu şehri seviyor ve kendimi buraya ait hissediyorum. Şu anda çalışmıyorum ancak çalışmıyorum derken yanlış anlaşılmasın, en başa dönüp yeniden üniversiteye başladım.
-Bunu biraz açalım isterseniz.
-Üç yıl kadar önce felsefe okumak istedim. Ancak örgün öğretim benim için zor görünüyordu. Kurs ya da benzeri bir etkinlik aradım. Bu esnada, “özel öğrenci” kategorisinde üniversiteye devam edebileceğimi öğrendim. Alanımı felsefe ile sınırlı tutmadım. Felsefenin yanında edebiyat ve sosyolojiye de ilgi duyuyordum. Bu dersler için kaydımı yaptırdım, üç yıldır devam ediyorum.
-Diploma ya da benzeri bir belge alacak mısınız? Bu sürecin size nasıl bir katkısı olacak?
-Bu süreç bana ileriye dönük bir katkı sağlayacak elbette ancak bu zannedildiği gibi diploma ya da belge sayesinde olmayacak. Öncelikle ve önemle şunu belirtmek istiyorum; bu süreç mutlu eden, kişiliğime katkı sağlayan, beni geliştirip pencerelerimi büyüten bir zaman dilimi. Bir yol diyebilirim, nereye gittiği önemli olmayan, mutluluk veren bir yol… Dolayısıyla gelecek için bir beklenti yerine ruhsal hazlar yaratıyor.
-Bu konuda okurlarımıza önerileriniz var mı?
-Elbette. Okumanın yaşı yoktur denir, çok klasiktir ama doğrudur. Benim ardımdan dört arkadaşım daha üniversiteye başladı. Onların da aynı duyguları taşıdığını görmek bir başka mutluluk oldu benim için. Özel öğrenci kategorisi herkese açık, isteyen herkes cüzi bir ücret karşılığında kayıt yaptırabiliyor.
-Geçtiğimiz aylarda bir kitabınız yayınlandı. Biraz da bundan söz edelim isterseniz.
-Evet, geçtiğimiz Mart ayında bir kitabım çıktı; Gönderilmiş Mektuplar. Bir dönemin otobiyografisi denilebilir. İlk kitaplar biyografi olur denir; yazarın deneyimlerini, düşüncelerini kahramanları yoluyla yazıya dökmesi anlamında söylenir bu. Benim kitabım tam anlamıyla bir dönem otobiyografisi oldu.
-Özel bir dönem miydi?
-Öyle de denebilir; panik atak hastası olduğum, tedavi, terapi gördüğüm dönem…
-O halde biraz hastalıktan söz edelim.
-Panik atak, psikolojik hastalıklardan birisi ancak çok bilindiği söylenemez. Fiziksel hastalık belirtileri yaşadığımızda bunun ne olduğuna dair az da olsa fikrimiz vardır ancak bu öyle değil. Tamamen fiziksel belirtiler yaşatan bir hastalık panik atak; kalp krizi zannedilen, onunla karıştırılan bir hastalık. Kalbiniz dehşet yaratacak derecede hızlı atıyor, elleriniz ayaklarınız uyuşuyor, nefesiniz kesiliyor, ölüyorum diyorsunuz. Çok sonrasında hastalık teşhis edildiğinde bütün bunların sadece ruhunuzda yaşanan şeylerin yansıması olduğunu öğreniyorsunuz. Elbette teşhis pek kolay olmuyor. Ben beşinci kez acil servise gittiğimde panik ataklar yaşadığım anlaşıldı. Anlaşılması, kolayca tedavi edileceği anlamına gelmiyor, uygun uzmanı bulmak gerekiyordu; gittiğim dördüncü psikiyatri uzmanı terapi önerdi.
-Terapi mi gerekiyor mutlaka? Genellikle antidepresanlar önerilir.
-İlaç tedavisinin yanı sıra terapi görmek gerekiyor, tedavinin kalıcı olması için bu şart. Aksi takdirde ilacın bırakılmasından sonra hastalığın yenileme ihtimali var. Ne var ki şöyle bir durumla karşılaşıyor panik atak hastaları; terapi eğitimi almış psikiyatri uzmanlarına ulaşmak çok zor. Devlet hastanelerinde terapi yapmaya fırsat yok. Kaldı ki her uzman terapi eğitimi almış değil, bu tamamen kendi tercihine bağlı.
-Doktorunu bulmak gerek yani. Peki siz nasıl buldunuz doktorunuzu?
-Bahsettiğim gibi gittiğim dördüncü uzmandı Cengiz Güneş. Hastalığın tedavisinin bilişsel terapiyle kalıcı olduğunu belirtip bilişsel terapi yapmayı önermişti. İlaç kullanıyordum zaten, terapiler eşliğinde ilaca devam ettim. İkinci yılın ortalarında hem terapi hem de ilaç tedavisi sona erdi. Bir yıldan fazla bir zamandır ilaç kullanmıyorum. Bu süre içinde her ihtiyaç duyduğumda doktorumla görüştüm. Hastalık tamamen geçmiş olsa bile onu hayatımda bir yol gösterici, güvenilir bir danışman olarak kabul ediyorum. Ruh doktoruna gitmeyi yadsıyan genel eğilimin aksine iç dünyamda dalgalanma yaşadığım her durumda onunla görüşüyorum. Genel eğilim derken biraz açmakta yarar var; gazetelerin üçüncü sayfalarında rastlarız genellikle bu haberlere; haberin kahramanı intihar etmiş ya da cinayet işlemiş veya teşebbüs etmiştir. Haber ayrıntılarıyla verildikten sonra eklenir; “Bir süredir psikiyatrik tedavi gördüğü belirlendi!” Yazılan budur da yazılmayıp ima edilen şeyler vardır. “Zaten tedavi görüyormuş, yani pek de normal değilmiş…” Oysa herhangi bir fiziksel rahatsızlık hissettiğimizde hekime danışıp ilaç almak gibi bir durum bu da… İnsanlar bedenlerini önemsiyor ancak ruhlarını onarmak için çaba harcamayı hem gereksiz görüyor hem de çevrelerinden çekiniyorlar. Ruhun bedeni etkileyip hasta ettiğinin farkında değiller belki de. Regl dönemini anlatan bir yazı için kaynak tararken, eğitimsiz kadınların eğitimli olanlara nazaran bel ağrısından daha fazla yakındığı saptaması dikkatimi çekmişti. Uzmanın yorumu, bu kadınların ruh hallerini rahatça ifade edemediği, dolayısıyla sıkıntılarının fiziksel yakınmalar şeklinde ortaya çıktığıydı.
-Bilişsel terapi hakkında biraz bilgi verir misiniz?
-Bunu çok tanımlayamıyorum aslında. Daha önce bir kez sorulduğunda şu cümleyle tarif edebilmiştim; “Sihir gibi bir şey…” Ancak konunun uzmanları, Epiktetos’un ünlü deyişine dayanarak şöyle bir tanım getiriyor; “İnsanlara rahatsızlık veren, yaşanan olaylar değil bu olaylara getirdikleri bakış açısıdır. Dolayısıyla da olaylara bakış açısının, olayla ilgili algılarının değişmesiyle birlikte olaya karşı geliştirdikleri davranışsal tepkiler de değişecektir. Ruhsal rahatsızlıkların başlıca odağı olayları değerlendirme biçiminde yatmaktadır.”
“Ruhların da röntgeni çekilebilir aslında. Psikoloji bilimi diyorlar buna. Yatırıyorlar ruhunu masaya. İçinde neler var, geçmişte neler yaşamış? Bunların hangisi geçip gitmiş, hangisi şark çıbanı gibi asla geçmeyecek hasarlar bırakmış? Hangileri güzel izler bırakmış? Ölürken hangilerini beraberinde götüreceksin? Hangilerini götürüp uzak sandığın köşelere bırakmışsın, oysa onlar içinin köşelerindeymiş hâlâ… Üstelik başköşelerde, sen farkında olmasan da…”
-Bu satırlar size ait. Belli ki terapilere başlarken hayli tedirgin hissetmişsiniz.
-Terapinin ne olduğu hakkında hiç fikrim yoktu. Sanıyordum ki doktor içimin en derinlerine inecek, neler neler çıkaracak. Oysa terapi dediğimiz şey kendimizi daha iyi tanımayı, önceliklerimizi, nelerden etkilendiğimizi, nelerin bize yön verdiğini anlamaya yarayan bir süreçmiş. Bu bakımdan isabetli bir karar verdiğimi düşünüyorum.
–“Kişiliğim deprem geçirmiş… Üstelik şiddeti çok yüksek… Yerle bir olup yeniden inşa edilmiş” diyorsunuz kitabınızın bir bölümünde. Bunu biraz açalım isterseniz.
-Yerle bir olmak tamamen hissettiklerimden doğan bir tanımlamaydı. Uçurumların kenarında geziniyordum, ha düştüm ha düşeceğim… Güçlü bir fırtına yaşıyordum. Ancak doktorumun deyimiyle “Bu fırtınada geminin kaptanı bendim!” Terapiler sonrasında fark edebildim bunu. Bakış açım değişmişti. Yeni bir insan demeyelim ama buna yakın bir durum. Olaylara bakış, değerlendirme, dolayısıyla da etkilenme farklılaşmıştı.
-Panik atak neden ve nasıl ortaya çıkan bir hastalık?
-Doğarken bir sürü özellikle yatkınlıkla beraber geliyoruz dünyaya. Kodlamalarımız var genetik kaynaklı. Huylarını bir yana bırakalım, hangi hastalıklara yakalanacağı bile az çok belli insanın. Kiminin saçı erkenden dökülüyor, kimi ömrü boyunca mide ağrılarından yakınıyor kimi de migren olup baş ağrıları içinde kıvranıyor karanlık odalarda. Bu da öyle bir yatkınlık; ancak sadece yatkınlık demek yeterli değil. Algılama eşiğimiz düşük, olayları farklı bir bakış açısıyla görüp değerlendiriyoruz. Evham yapmaya meyilliyiz. Marmara depremini bir milyon kişinin yaşadığını ancak bu insanların sadece onbin kadarının psikiyatrik destek almak zorunda kaldığını ifade etmişti doktorum. Ben bu onbin insanın ruh halini taşıdığımı düşünüyorum.
-Yaşadıklarınızı kitap haline getirme fikri nasıl ortaya çıktı peki?
-Atakları ifade etmek çok zordu, bu yüzden teşhisi de. Bu bakımdan kitabımın panik atak hastaları ve onların yakınları için olumlu örnek teşkil edeceğini düşünüyordum. Türkiye’de bir milyon panik atak hastası olduğunu, yaklaşık on milyon kişinin de farklı ruh hastalıklarından yakındığını belirtmişti doktorum. Bunu yaşamış ve tedavisi başarıyla sonuçlanmış bir örnek var benim kitabımda.
Yukarıda da söylediğim gibi kaygı ataklarını ifade etmek zordu… Hem hiç anlam veremediğiniz şeyler yaşıyorsunuz hem de ne yaşadığınızı anlatamıyorsunuz… Kitabım, tedavi süresince neler hissedip yaşadığımı anlatıyor. Bu yüzden panik atak hastaları için yararlı olacağını düşünüyorum. Onlara belki de bir mesaj vermek istiyorum;
“Yalnız değilsiniz…”
-Kitabınızı elinize aldığınızda neler hissediyorsunuz?
-Ortaya bir eser koymak üstelik bunun kalıcı olduğunu bilmek eşsiz bir duygu. “Bunu ben yazdım” düşüncesi insanı heyecanlandırıyor. Bir de şöyle diyebilirim; kalıcı eserler bırakmaya çalışmak ölüme karşı çıkmanın bir tezahürü belki de; çünkü yaşamla ölümün bu kadar yakın, ayrılmaz olması insanın en büyük trajedisi. Bu güdü yazmanın inkâr edilemez bir parçası.
Ancak benim ilk kitabım olan Gönderilmiş Mektuplar sıradan bir kitap değildi; başta da söylediğiniz gibi içimin fırtınalarını bu kadar açık seçik ortaya koymak kolay olmadı. Kitabın basılmasına yakın yaşadığım mutluluğun içinde belirgin bir pişmanlık da vardı. Gitme isteğimi itiraf edebilmek cesaret isteyen bir şeydi mesela; bunu yazdığımda başkalarının, özellikle de ailemin okumasından çekinmiştim. Sonra fark ettim ki benim yaşadıklarımı herkes yaşıyor, gitmek, uzaklaşmak, günün birinde terk etmek istiyor ancak bütün bunlar içimizde yaşanıyor, sonra bir şekilde üzeri örtülüyor.
-Kitapla ilgili yorumlardan bahseder misiniz biraz?
-Başlarda hiç beklemediğim yorumlar aldım. İlk zamanlar sanıyordum ki bunları sadece ben hissediyorum. Oysa öyle değilmiş. Yaşama ve yaşamdaki her şeye dair hüzünleri çoğu insanın yaşadığını fark ettim, onların duygularını dile getirdiğimi. Aslına bakarsanız yazmanın işlevinin bu olması gerek; yazarken başkalarına ulaşmayı, tanınan, tanınmayan, yaşayan, yaşayacak olan herkese ulaşmayı arzular, okur kendinden bir şeyler bulsun isteriz.
-Şemsiyenin yağmurdan değil vicdan azaplarından korunmak üzere açıldığı yorumunu yapıyorsunuz bir resme bakarken.
“Hüzünlü bir kış akşamında şemsiyesini açmış yürüyordu adam. Gitmeyi hem istiyor hem istemiyordu. Ya da şöyle diyeyim; gitmek istiyordu ama suçluluk duyguları içindeydi. Dimdik değil, hafif ezik, suçlu duruyordu. Şemsiyesinin altına saklanmış gibiydi. Hani şemsiyeyi biraz arkaya doğru tutarız ya, adam öyle tutmamış, ona sığınmıştı. Şemsiye onu yağmurdan değil vicdan azaplarından korumak üzere açılmıştı.”
Bu bakış açısının temelinde yatan duygu nedir?
-İçimizde yaşadığımız dalgalanmaların yüzeye çıkışı diyebiliriz belki. Herkesin baktığı yerden bakmak değil de farklı anlamlar yüklemek, başkalarının göremediğini görmek. Ressam, resimdeki adamın akşam eve dönüşünü hayal etmişti belki ancak ben orada yoğun bir hüzün görüyordum.
“Şimdi arabadan inip markete gireceğim, yufka, yoğurt ve patates alacağım. Tabii bunlara başka şeyler de eklenecek. Çünkü hiç üç kalem alışverişle çıkamadım şimdiye kadar. Sonra tekrar arabaya döndüğümde CD’yi değiştireceğim. Belki Livaneli dinleyeceğim. Sonra eve gidip yarın gelecek olan misafirlerim için börek yapacağım. Onlar gene her zamanki gibi sohbet ederken elimizdeki iki deste kâğıt durmadan karılıp dağıtılacak. Bir el oynanırken diğer elin kâğıdı “paket” yapılacak. Yeni oyunda kimisi “var” diyecek, kimisi de “yok”.
Sonra biri, “Rölans!” diyecek bana. Ya “Sur!” demeli ya da kâğıdımı destenin altına sürmeliyim. “Sur” meydan okuyuş, diğeri “yokum” anlamına geliyor. Elime bakarak ne yapacağıma karar vereceğim.
Peki, hayat “Rölans!” çektiğinde ne diyeceğim?”
-Ne diyeceksiniz?
-Hayat kendi başına mücadele; dışarıdan bakıldığında pürüzsüz görünen hayatların içinde bile mücadele var, dolayısıyla güçlü olmak zorunda insan. Öncelikle de güçlü olabileceğinin farkında olmalı. Hayatın getirdikleri daima güzel şeyler değil, zaman zaman insanı zorlayabilir. Güçlü bir duruştan değil öyle hissetmekten bahsediyorum.
-Sizi çok etkileyen kitaplar hangi kitaplar?
-Dönem dönem farklı kitaplar hayatıma damga vurdu, etkileri altında kaldım. Okuyan ve memur bütçesinin bir kısmını mutlaka kitaba ayıran bir babanın kızı olmak en büyük şansımdı. Dünya klasiklerini lise yıllarımda okudum, yerli romancıların kitaplarını da. Okunan her kitabın izi kalır okurda, iyi ya da kötü. Bu da ruh halimizle ilintilidir.
Bunları söylerken çok beğenerek okuduğum diğer yazarlara haksızlık etmekten korkarım ancak son dönemde okuyup da etkisi altında kaldığım kitaplardan biri, İnci Aral’ın kitabıydı; İçimden Kuşlar Göçüyor. Yazarın çok cesur davrandığını düşünmüştüm. İngiliz yazar Virginia Woolf’u ise ne yazık ki çok geç keşfettim. Hasan Ali Toptaş, kör noktasında kalan kitaplardan bahsediyordu Harfler ve Notalar kitabında; ben de buna benzer bir hayıflanma içindeyim. Anlatım biçiminin okuru çok derinden vurduğunu düşünüyorum. Üstelik Woolf, İngiltere’de kadınların son derece zor şartlar altında yaşadığı, üniversitelerde erkeklerle aynı bölümlerde okuyamadığı, bazı kadın yazarların takma erkek adlarıyla kitap yayınladığı dönemde yazmış. Bütün bunların yanında ruhsal hastalıklarla savaşmış, hastanelerde yatmış bazen aylar bazen yıllar boyunca. Ancak hep üretmiş. Bu yanıyla ona imrenmemek elde değil.
-Yeni bir çalışmanız var mı?
-Dönem romanı olarak adlandırılabilecek bir çalışmam var. Yayınlanması bu yılın sonunu bulur diye düşünüyorum. Bu arada deneme yazıları ve mektup yazmaya devam ediyorum. Kendimi mektuplarla çok rahat ifade ettiğimi düşünüyorum.
-Teşekkür eder başarılar dilerim.