Devrimciydim ben. İlkgençlik yıllarımdı. Aileden gelen eğilimin yanına başka şeyler eklenmişti, arkadaşlık ilişkilerinin yarattığı etkileşim, sevilen öğretmenlerin bakış açısını benimseme… Kendimi ilk ne zaman devrimci olarak tanımladığımı hatırlamıyorum. Hayatın genel akışı içinde oluveren diğer şeyler gibiydi. Ama şundan eminim; herkesin eşit şartlarda yaşadığı, haksızlıkların olmadığı bir dünyanın hayalini ilk o günlerde kurdum. Aslına bakılırsa benden önce başkalarının kurduğu hayale ortak oldum. İnanılmaz güzellikte bir ortak hayaldi. Bu uğurda her şeyi yapabilirdim, yapabilirdik.
İdealin nasıl güçlü, insan hayatını her yönüyle nasıl etkileyen bir duygu olduğunu o günlerde anladım. Ders kitapları adeta tedavülden kalktı, ideolojik yanımızı güçlendirip donanım kazanmamızı sağlayacak kitaplara yöneldik. Özenilen kitap özetleri ortaya koyuşum o günlere denk düşüyor.
Teorik eğitimin yanında pratik olarak da eğitilmemiz gerekiyordu. Pratik demek, öğrendiklerimizin hayata geçirilmesi anlamına geliyordu ve o cümle bunun habercisiydi:
“Dağlara çıkma zamanımız geliyor…”
Dağlara çıkmanın karşılığını tam olarak algılayamadığımı çok sonra fark ettim. Onlar dağlara çıktıktan ve biz onların mahkûmiyet haberlerini aldıktan sonra.
Ne derseniz deyin, ister kader çizgisi ister evrenin akışı; bir şey var ki insanın kaderi değişiyor. Ya da şöyle diyelim: hayat akışı değişime uğrayacakken beklenmedik bir şeyler oluyor ve hayat kendi seyrinde akmaya devam ediyor. İşte öğretmen liselerinin belli şehirlerde toplanması da o yıla denk düştü. Kızlar ayrı, erkekler ayrı şehirlere nakledildi. Bazen şehir değişikliği dünyanı değiştiriyor. Ama bir şey hep aynı kalıyor; Mücadele isteğin ve gücün. Bunu belki içinde yaşadığın anda tanımlayamıyorsun ama yıllar sonra geçmişe dönüp baktığında açık seçik görüp elle tutulurmuş gibi hissediyorsun.
Evlenip eş olduğum ve iki kız çocuğuna annelik ettiğim uzun yıllar içinde, ilkgençlik yıllarımda yapmayı hayal ettiğim devrimden uzaklaştığımı düşündüm, ta ki olgunluk dönemine gelip kendi içime bakıncaya, kendimi lime lime edip sorularıma cevaplar buluncaya kadar. Belki herkes yapıyor ama herkes sonuna kadar gidemiyordu. Aslına bakarsan bütün soruların cevapları verilmedi hala çünkü her cevap yeni bir soruyla geliyor. Üstelik can acıtan bir yanı vardı bunun. Alacağın cevaplardan korkuyorsan sorular soramazsın.
Ve böylece zaman akıp gitti. Şimdi o akışı tarif etmeye çalışırken Ahmet Telli’nin şiirini hatırlıyorum: “Ve hayat böylece akıp durdu işte, akıp duruyor.”
Akıp duran zamanın içinde kısa molalar veriyordum. Ne kadar yol gittiğimi görmek istermiş gibi dönüp arkama bakıyor, bazen muhakemeler yapıyordum. Bir zamanlar canımı acıttığını düşündüğüm anılara uzaktan baktığımda gülümsediğim bile oluyordu. Parçalana parçalana yaşadığımı zannettiğim şeylerin aslında hayatın içinde fark edilmeden elde edilmiş küçük zaferler olduğunu görüyordum. Mücadelenin o dönemle sınırlı kalmadığını, hiç bitmediğini ve belki hiç bitmeyeceğini anlıyordum. Kabulleniyordum. En sağlıklı bakış açısının bu olduğunu, en isabetli değerlendirmenin böyle yapılacağını öğreniyordum.
Bunu bir ‘metaforla’ ifade ediyordum.
Bir teknenin güvertesine uzanmış, kıpırtısız denizi seyrediyordum. Uzaklarda bir yerde pamuk kümelerine benzeyen bulut parçacıkları vardı. Bir de özgürce uçan kuşlar. Uçsuz bucaksız mavi boşluğa bakarken içimden geçiriyordum: “Gökyüzü benim. Aksini kim ispat edebilir?”
“Gökyüzü herkesindir” diyenlere inat haykırmak istiyordum: “Değildir! Gökyüzü orada özgürce uçabilenlerindir! Kanatlarının farkına varabilenlerindir!”
Sonra değişimin ne olduğunu daha iyi algılıyordum. Onun hiç sekteye uğramayacak bir süreç olduğunu, hayatın bütününe yayıldığını, başkalarının hayatında istendik değişimler yaratmak isteyenlerin önce kendi devrimini gerçekleştirmesi gerektiğini. Bir diyalog düşüyordu aklıma, gülümsüyordum.
Devrimi savunduğum yıllardaki yol arkadaşlarımla farklı şehirlerde, belli aralıklarla görüşmekteydim. O yıl Uşak’ta toplanacaktık. Son gidenlerden biriydim. En sevdiğim öğretmenlerimden biri karşılamıştı beni. O yılların kahramanıydı adeta ve hala mücadeleye devam etmekteydi amansız denilen hastalığına rağmen.
“Hoş geldin Gül. Ahmet Bey yok mu?”
“Merhaba öğretmenim. Ben yalnız geldim.”
Öğretmenim biraz şaşkın bakıyordu:
“Ahmet Bey senin böyle tek başına çıkmana izin veriyor demek?”
Bir kahkaha atıyordum, gönlüm alabildiğine ferah, huzurlu, kendinden hoşnut, kendine olan görevini getirmiş olmanın mutluluğu içinde:
“Öğretmenim, hani biz o yıllarda devrim yapacaktık da yapamamıştık ya! İşte ben o devrimi kendi hayatımda yaptım!”
Benim kahkahamı onunki takip ediyordu.
Sonra yeniden ‘şimdi’ye dönüp, buzlukta bekletilmiş buğulu bardaktaki köpüklü içecekten bir yudum alarak o cümlenin altını yeniden çiziyordum.
Başkalarının hayatında olumlu değişimler yaratmak istiyorsan önce kendi devrimini gerçekleştirmelisin.
Gülistan Sinanoğlu
20 Ocak 2018