Blog

İkinci Dünya Savaşının kimler arasında yaşandığını unutmuştum. O savaşa dair belli belirsiz bir anı kalmıştı zihnimde. Virginia Woolf’un anısı. Eşiyle birlikte Londra’daki evlerinden uzaklaşıp bir köy evine sığınmışlardı ancak bütün ülke bombalanıyordu. Bombaların her patlayışında evin camları kırılıyordu. Ellerini başlarının üzerinde birleştirip yatarlarken uyarmıştı Leonard Woolf: “Dişlerin birbirine değmesin…”

Ne o savaşı ne de diğerlerini hatırlamak istiyordum. Geçmişte yaşamış şahsiyetleri de. Kleopatra’yı her düşündüğümde derin bir hüzün yaşıyordum. Napolyon’u da. Onlar bile ölmüştü, onlar bile. Neler hissetmişler, neler yaşamışlardı yıllar boyunca? Bunları düşünüyordum. Kleopatra mesela, sarayının balkonuna çıkıp etrafı seyrederken nasıl bir gurur içindeydi? Ya da Napolyon, Joséphine’e “Zafer filan umurumda değil, yalnız seni mutlu etmek istiyorum” derken, bir kahraman olarak dönüp kadınının hayranlığını perçinlemek isterken neler düşünüyordu?

Onların ne düşündüğünü düşünüp duruyor, hep aynı yere çıkıyordum: Hepsi de ölmüş. Bunca zafer kazanan, silinmez izler bırakan şahsiyetler bile ölmüş…

Bunu bir adaletsizlik olarak görüyor, isyan ediyordum. İnsanların en verimli zamanında geliyordu ölüm. Üstelik bazıları en verimli diye düşündüğüm zamandan çok daha önce ölüyordu, onları düşünmeye hiç dayanamıyordum. İçimde fırtınalar kopuyordu, içim 7.4 şiddetinde bir depremle sarsılıyordu. Engel olamıyordum.

Sonra İnci’nin kocası öldü, biricik kızının babası. Dayanılmaz bir hüzün içindeydi.

“Kalabalık caddelerde yürürken insanları izliyordum. Yürüyüş yapıyor, ayaküstü bir şeyler yiyip içiyordu insanlar, ben ölüyordum; çocuklarını parklara götürüyorlardı, ben ölüyordum; nefes alıyordu insanlar, ben ölüyordum; doğum günü pastaları eşliğinde yeni yaşlara giriyorlardı, ben ölüyordum; her gün doğumuyla birlikte yeni umutlar taşıyarak yeni günlere başlıyordu insanlar, ben ölüyordum…”

Onunla birlikte ben de ölüyordum.

Annesinin dizine yatıp acısını sağaltmaya çalıştığı bir gün kendi hikâyesini anlattı yaşlı kadın. Gencecik yaşta ölen sevgilisini. Üstelik evlenmeye ramak kalmışken. Kendi hikâyesini anlatarak kızını teselli etmeye çalışıyordu.

“Doğarken ölmeyi kabul etmişiz bir bakıma. Bir düşün; ölmemek için yaşamamayı teklif etseler insanlara, böyle bir hak verseler kaçımız kabul ederdi? Belki o zaman daha planlı programlı yaşardık, belki daha mutlu olurduk. Çünkü insanlar her durumda kendi seçimlerini daha fazla önemserler.”

“Dünyaya bir çocuk getirirken bile onun bir gün öleceğini bilirsin” dedi başka bir ses sonra. “Peki seçme hakkı sunsalar ne yaparsın? Hiç doğmamak mı yoksa ölme pahasına yaşamak mı?”

Aslında ben kendimi teselli etmek istiyordum. Bunu sonradan anladım. Bu cümleler benimdi. Belki de anahtar cümlelerimdi. Ölme pahasına bile olsa yaşamak… İşte bu da kararımdı.

İyileşmiş bir panik atak hastasıyım ben. Dalgalar duruldu, “sapsakin” bir denizin kıyısındayım şimdi. Tek istediğim, güzel izler bırakarak gitmek. Bir gün silinecek olsa bile, minicik olsa bile bir iz bırakmak. Ve sevdiklerim… Onların zihninde sevgi dolu bir küçük kadın olarak yer edinmek. Çünkü ben onları çok sevdim. Şimdilerde hayatıma damga vuran cümleyi de bunu fark ettiğimde yazdım.

“Hani bazen insan çok mutlu olduğunda, hani mesela sevdikleriyle bir aradayken; işte şimdi, şu anda ölsem de gam yemem diyordu…”

Artık ölsem de gam yemem…

Gülistan Sinanoğlu

Kasım 2016

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Yorumu gönder