Bir yıl Manisa, bir yıl Nevşehir’de yatılı okuduğum arkadaşlarımla Nazilli’deydim. Aylık toplantılarımız da yatılıydı. Kadın kadına toplanıp hafta sonunu birlikte geçiriyorduk. Günden akşama uzanan keyifli saatler, ertesi sabah şehir gezisi ya da benzeri etkinliklerle sonlanıyordu. O akşamüzeri yürüyüşe çıkmıştık. Caddeler, mağazalar derken ağaçlık bir bölgede insanı mutluluktan bayıltacak kadar güzel kokular arasında buldum kendimi. Neden hep başka şehirler böyle güzel kokuyordu? Eve döndükten sonra yine bir akşamüzeri dışarıya çıktığımda aynı kokuyu duydum. Yandaki apartmanın bahçesinden geliyordu. Kanıksadığımı anladım sonra. Bunun, hayattan alınan zevki azalttığını biliyordum ama ben de diğer pek çok insan gibi güzellikleri kanıksıyordum. İnsanlık hallerinden biriydi.
Birkaç gün önce Fethiye girişinde aynı kokuyu duyunca hatırlıyorum bunu. Yağmurlu havada gülümseyerek yaptığım üç saatlik yolculuktan sonra şehir beni misler gibi kokusuyla karşılıyor. Gitmek güzel, gittiğin yerde iyi karşılanmak bir başka güzel… Cancan beni neredeyse annesinden fazla özlemiş. Kedilerin mağrur duruşuna karşılık köpekler son derece cana yakın, sevinçlerini mutlaka belli ediyorlar.
Yemekten sonra sahil yolunda uzun denebilecek bir yürüyüş yapıyoruz. Denizi ne kadar özlediğimi bir kez daha fark ediyorum. Yürüyüş boyunca hem Cancan hem de apartmanın bahçesinde yaşayan Arapkızı bize eşlik ediyor. Arapkızı birkaç yıl önce kendini sahiplenenlerden ısrarla kaçıp gelince evlat edinmek zorunda kalmışlar. Apartmandan kim çıkarsa gittiği yere kadar eşlik edip bekliyor, dönüşte yine eve kadar getiriyor ve sadece sevilmek istiyor. Öyle bir bakışı var ki istediğini vermek zorunda kalıyorsun. Sadece sütçü kadına ters davranıyor. Arapkızı’ndan başka yine sitenin kedileri var, Prenses en asil görüneni. O da sevilmek istiyor ama sadece karşıdan. Asla kucağa gelmiyor.
Yürüyüş dönüşü tam eve yaklaşmışken bir yıldız göz kamaştırıcı bir hızla kayıyor. Çok yakın görünüyor, şehrin hemen üzerinden geçermiş gibi. Gözlerini kapat diyor Naz, hemen iki dilek tut. Hep sağlık diledim, hep şükrettim. Bu kez farklı bir kelime geçiyor zihnimden: Tekâmül… Gözlerimizi açtıktan hemen sonra bana dönüp ertesi gün sayısal oynamamız gerektiğini söylüyor. Onun hayali sadece paraya dair. On trilyon diyor, mutlaka on olacak. Gülüyorum. Bir kerecik de olsa gelişime dair bir şeyler dilese? Ne gerek var diyor, bana çok para çıkarsa adam tutar kitap okuturum, gelişirim.
Ertesi gün bayiinin önünde bozuk para ararken arabanın gözünde üç buçuk lira bulup uzatıyorum. Para çıkarsa bende olacak ama bir trilyonunu borsada oynaması için ona vereceğim. Söz mü diyor, elbette söz. Bizim böyle bir hayalimiz var. Bir gün Naz’a çok para çıkarsa bir villa alacağız, önünde havuzu olacak. Hizmetçilerimiz de olacak tabii. Biz sadece sefa süreceğiz. Eh zaten yaşlarımız da ilerliyor, ev ya da bahçe işi yapacak değiliz. Bir de zenci gençler olacak. Yanlış anlaşılmasın herhangi bir fantezimiz filan yok. Sadece güç bizi çekiyor. İki yalnız kadını güçlü kuvvetli zenciler koruyabilir. Son günlerde iki de çocuk evlat edinmeye karar verdik. Kız mı erkek mi diye epey tartıştıktan sonra erkekte karar kıldık çünkü o futbol öğretmek istiyor. Sen kitap okursun, ben futbol oynarım diyor.
Villamız konusunda bir sorun var. Ne büyüklükte olmalı? Ben küçük bir yer istiyorum çünkü onun huyunu biliyorum. Durmaksızın misafir çağırır, bu da benim keyfimi kaçırır. Herkesi sevmem, kişisel alanım belirgindir, onunsa yok gibi. Herkes gelip evinde kalabilir mesela. Öğreniyor gerçi, bu da bir şeydir. İnsan karşılıklı sevgi ilişkisi içinde olduklarına emek vermeli, herkese değil.
Ertesi gün öğleden sonra Boncuk koyundayız. Koya dik denebilecek yamaçtan iniliyor. Araba yol kenarında kalıyor. Yol kenarına çukur kazmışlar, maksat kimse geçmesin. Yan taraftaki paralı koyun görevlilerinin yaptığını düşünüp kızıyoruz. Çukurların kenarından geçip koya iniyoruz. Şanslıyız, kimseler yok. Naz üstsüz güneşlenebilir. Gerçi birileri olsa da çekinmez. Geçen yıl yine aynı yerde üstsüzdü, fotoğraflarını çekmiştim. O ara Defne Samyeli özene bezene çektirdiği fotoğrafları paylaşmıştı da medya “Bu nasıl kırk altı” şeklinde manşetler atmıştı. Demiştim ki gelip elli altıyı görsünler. Hatları, sporun etkisiyle son derece düzgün…
Hayranlıkla denize bakıyorum, o ise kanıksamış. Söylesene diyorum, senin sevgilin aynı anda her zerrene dokunabilir mi? Gülümsüyor. Sonra uzanıp sırtına yağ sürmemi istiyor. Talimat vere vere süreci yönetmeye çalışıyor. Çok sür çok, o kadar da değil canım, bak şurayı unuttun, dur birazını bırak daha önüme süreceğim. Yarım saat sonra uyandır diyerek uyumaya başlıyor. Yarım saati nasıl hesaplayabilirim? Bu göreceli. Ömrüm yarım saat gibi geçti mesela.
Naz önümde yüzüstü uzanmış, yan koylarda yatlar var, karşımda sevgilim deniz. Çok mutluyum. Doğa, canım doğa; yaratıcımız nasıl bir esinlenmeyle seni bu kadar güzel yarattı?
“Yüzümü bulutlara kaldırıp
Dua eder gibi mırıldanıyorum
Kuşlarla, otlarla yıkanıyorum
Rüzgârla, ilkbaharla
Güneş gözkapaklarımı ısıtıyor
Ah! Güvenilmez ilkbahar güneşi
Rüyada mıyım, gerçek mi bu
Hem var gibiyim, hem yok gibi
Bir güney kentinde, bir kıyı kahvesinde
Başakların sonsuz salınışı
Burada, kendimle baş başa
Ömrümü böylece tamamlayabilirim”*
Çakıl taşı topluyorum miniklerinden. Yine eve götüreceğim. Minik bir şişeye koymayı planlıyorum. Kahve tonlarında seçerken bir an rengini ya da şeklini beğenmeyip bıraktığım taşların üzülme ihtimalini düşünüyorum.
Gözlerim hafifçe aralı, denizle kıyının buluştuğu yere bakıyorum. Ah sevgilim, senin sesinle en huzurlu uykulara dalabilirim.
.
Pazar günü Hayed parkında nöbetçiyiz. Burası hem muhtaç hayvanları iyileştirip eğitmek, büyütmek hem de çocuklara olumlu bakış açısı kazandırmak üzere var edilmiş. Fethiye Belediyesi bu bakımdan örnek sayılabilir. Sokaklarda adım başı bakımlı hayvanlar göze çarpıyor. Elbette derneğin bunda büyük payı var. Büyükçe bir bahçe içinde küçük sayılabilecek bir ahşap bina ve bahçenin muhtelif yerlerinde hayvanlar için oyuncaklar var. Uzaktan bakıldığında çocuk parkı zannedilebilir. Öğle vakti gidip sabah nöbetçisinden nöbeti devralıyoruz. Güneş var ancak hava sanki donduruyor. Kapalı alan yani küçük bina kış için bakım isteyen hayvanlara ait. Yazın dışarıda kalıyorlar. Bu yüzden kapı önünde oturmak zorundayız. Biraz kitap okuma, biraz yavrularla ilgilenme derken üşüye üşüye nöbeti tamamlıyoruz.
Orada yavrularla ilgilenirken yine evrimi hatırlıyorum. Yavrular değil bir yavru. Anne kedi bir yavru bulup evlat edinmiş, benimsemiş. Naz’a alışık, kızmıyor. Ancak diğer iki kediden biriyle amansız gibi görünen bir kavga yaşanıyor, zorlukla ayırıp kediyi kafesine kapatıyoruz.
Yavruyu elime alabiliyorum. Elim kadar. Çok sevimli, şefkat gösterme isteği doğuruyor. Birinin bana muhtaç olmasını mı istiyorum? Bu neden bu kadar önemli? Rüyalarımda yavru oğlaklar seviyorum, hem de ne sevme. Bir küçük, siyah köpeğim olmasını hayal eder ve dilerken onun bana olan sevgi ve bağlılığını mı hayal edip diliyorum? Seven mi olacağım sevilen mi?
Yoksa bu Erikson evrelerinden biri mi? İnsanın, belli yaşlarda ortaya kayda değer şeyler koymadıysa ilerleyen yaşamında boşluk duygusu yaşayacağını savunmuş. Bizim toplumumuzda bu boşluğu engelleyen şey torun bakmaymış. Tam benim yaşlarımda. Ama ben boşluk duygusu içinde olmadığımı düşünüyordum. Ama belki yanılıyorum. Bu konuda aklım karışık…
Birkaç gün sonra kedimin bir videosunu gönderecek Ahmet. Balkonda bağırıp duruyor, kahırlı mı kahırlı. İçeri girmiyor. Her zaman olduğu gibi bizim yatağımızda değil Gülşah’ın odasında sandalye üzerinde uyuyor. Döndüğüm gün, diğer gidişlerimde olduğu gibi yine bağırarak etrafımda dolaşacak, ayaklarıma sürünecek ama asla bana sarılmayacak. O bir kedi. Oysa Cancan kucağıma atlıyor.
Bugün Cancan bana kaldı. Naz bir günlük bir seyahate çıktı. Belki yürüyüşe çıkarız Cancan’la, belki sahilde biraz otururuz. Hem belki gece ona sarılıp yatarım. Ne güzel.
Fethiye’nin ikinci el pazarları var. Biri her ay diğeri bahar mevsimlerinde iki kez olmak üzere pazar kuruluyor. Hatta Naz da bazen yer kiralayıp tezgâh açıyor. İkinci el eşyayı ben de dâhil olmak üzere etraftan toparlıyor. Naz hayvanlara çok para harcıyor. Bahçedekilerin bakımı, ameliyat ücretini kimsenin karşılamadığı bazı hayvanların sağlık giderleri, bagajında taşıyıp yol boyunca dağıttığı mamalar hayli miktar anlamına geliyor. İşte ikinci el pazar geliri bu yüzden önemli… Ben de yardımcı oldum birkaçında. Hatta geçen sonbahar sezonunda geceden gidip sahilde sabahladık. Sabah çok erken gitmek gerekiyordu ve orada sabahlamak daha pratik görünmüştü gözümüze, zannettiğimiz gibi olmadı. Çok yorulduk.
O pazarları seviyorum. Çok anı var alanda. Eski gibi görünmeyen tencereler, tabaklar, bardaklar satıyorlar mesela, rahmetli anneciğimden diyerek. Bunları seyretmeyi ya da birkaç parça almayı seviyorum. Çeyizler var bir de. Güzelim danteller, kanaviçeler yok pahasına gidiyor. Benim de var, satmayı asla düşünmem. Ama yine de anlık bir hayalden alamıyorum kendimi. Gülce tezgâh başında, elinde benim dantellerim. “Rahmetli anneciğimden…”
Bütün bunları hatta daha fazlasını neden anlatıyorum? Yoksa ben yaşamak için değil anlatmak için mi yaşıyorum? Yoksa ben an’ları kalıcı kılmak isterken aslında onları kaçırıyor muyum? Kayda değer bulup da yazmayı planladığım olay ya da duygular içindeyken aslında dışarıdan bakıp ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Önce hayalimde anlatmak gibi bir durum var, sonra yazıya döküyorum.
Neyse ne. Diğer şehrin rayihasının tadını çıkarmalı hazır fırsat bulmuşken. Daha çok, daha çok denize karşı uzanmalı, en sevilen şarkılara eşlik etmeli, dalgalara baka baka yürümeli, çakıl taşlarına daha çok dokunmalı, çimlerde yuvarlanmalı, sokak köpeklerinin başını okşamalı, onları başından öpüp karşılıklı mutlu olmalı… Sonra bunları anlatırken bir daha yaşamış gibi hissedip yeniden mutlu olmalı.
Ne de olsa kendi mekânında ancak dikkatli bir algıyla fark edeceğin şeyler diğer şehirde kendiliğinden gelip seni buluyor.
*Ataol Behramoğlu
Gülistan Sinanoğlu
2 Mayıs 2019