Blog

Daha önce adını hiç duymadığım o filmi izliyorum. OXV The Manual. Biorezonans nedir, yararı nedir, yan etkisi var mıdır sorularına cevap ararken haberdar olup hakkındaki birkaç yorumu okuduktan sonra izlemeye karar verdim. Sıkmadan ilerliyor. Her filmden bazı cümleler kalır. Bundan tek cümle kalacak: “Kadere bilgi karar verir…” Aklıma yazacağım bu cümleyi. Ne var ki yönetmen filmin sonunda fikir değiştirip bilgiyi bir kenara bırakarak her şeyi kadere bağlayıverecek. Bunu neden yaptı bilmiyorum. Çoğunluğa uymak, genele uyum göstermek için olabilir mi? İtiraz anlamına gelecek tavırların arkasında durmak cesaret gerektirebilir çünkü. Oysa kadere körü körüne inanmak insanı edilgen kılan bir tutumdur. Her neyse, yine de beğeniyorum. Bilmediğim şeylerden bahsediyor. İnsanların frekansları olduğunu iddia ediyor. Bilmediğim şeylerden bahsedilmesini seviyorum. Bunun “tahrik eden” bir yanı var. La Casa de Papel dizisinde kadın adama böyle diyordu: “Biri bana bilmediğim şeylerden bahsettiğinde azıyorum…”

Filmin ortalarında aniden konuşma isteği duyuyorum. Öylesine bir istek değil, izlediklerimi yorumlama amaçlı. Sonra bunu kimseyle yapamayacağımı düşünüyorum. Birkaç defa içim kırılmıştı geçmişte, yine öyle oluyor. İnsanın içinin kırılması, gerçeği aniden ve uzun bir süre sonra yeniden fark etmesi ve bunun acısını yoğun şekilde hissetmesi anlamına geliyor. Yalnızlığın farkına varıyorum. Bir film hakkında bile kimseyle konuşamayan bir kadınım ben. Elbette kitaplar hakkında da. Kadın arkadaşlarımla cilt bakımı, şifalı yiyecekler, kolesterol sınırı, yaşla ilgili hastalıklar ve benzeri konular hakkında saatlerce konuşabilir ve bu esnada bunalabilirim ama asıl ihtiyacım olan sohbetler için çok az arkadaşa sahibim. Burası taşra. Kuş da uçar kervan da geçer. Ama geçmekle kalmanın farkını biz biliriz.

Sonra sosyal medyada yalnızlığa övgüler yağdıranları düşünüyorum. Gerçek yalnızlığın ne olduğunu biliyorlar mı?

Ağlama isteğimi bastırmalı, şimdi ağlamamalıyım. Dün, ani bir kararla göz kapaklarımı aldırdım. Nem yasak. Böyle dedi doktor. Bugün akşam banyo yapabilirim, ardından yavaşça kurulamak şartıyla. Sonra bir de tentürdiyot süreceğim. Bir hafta kadar bir korku filmi kahramanı gibi dolaştıktan sonra dünyam aydınlanacak. İlkinde anladım düşük göz kapaklarımın görüşümü ne kadar kısıtladığını.

Filmin ortalarında acıkıp bir kupa çorba içiyorum. Yayla çorbası kendi başına lezzettir, et suyu ile yapılanı farklı bir lezzet. Sonra yine filme başlamadan terasa çıkıp annemin, yüzüme sürmem için tembihler ederek verdiği Aloe Vera bitkisinin saksısını değiştiriyorum. Zorunlu bir eylem değil bu. Yalnızlığımı çiçeklerle gidermeye çalışıyorum.

“Kuşlar kuşların yanına,
Yapraklar yaprakların yanına
Hiçbir şey yalnız kalmıyor
İnsandan başka dünyada…”*

Sonra filmi bitirmek üzere yeniden kızımın odasına dönüyorum. Yatakta yarı uzanarak izliyorum. Her şeyi kadere bağlamasını saymazsak güzel bir finali var çünkü her şeyi olmasa da pek çok şeyi müziğe bağlıyor. Onun insanı etkileme, yönlendirme gücüne.
“Dinleyin bayanlar baylar. Mozart çaldığında hepimiz aynı frekansta oluruz. Bir tarih dersi, gizli bir tarih. Asla bir sihir olmadı, sadece kitap vardı. Kaybolan, bulunan, yazılan, tekrar yazılan, yakılan, kitleleri kontrol etmek için kullanılan. Ve sonra müzik geldi. Bundan çok önce de müziğin gücü olduğunu, bizi özgür kılan bir gücü olduğunu biliyorduk. Hiç şüphem yok ki “Fareli Köyün Kavalcısı”nı duymuşsunuzdur… İlk besteciler bizleri eğlendirmek için değil kontrol etmek için beste yaparlardı. Kitabın her parçası giderek güçsüzleşti, ta ki Mozart’a kadar… Bu bir sır değildi, ortak izinlerle tarihten çıkarıldı. Hala kitabı besteleyerek kullanıp insanları mekanizmalar gibi yöneten ve bu sayede beyin yıkayan hükümdarlar vardı. Ama mekanizmalar hiçbir şeydir. Yalnızca düğmeleri vardır. Müzik sıfırlama düğmesidir.”

Geçen hafta pazara çıkmıştım. İkra tembihlemişti: “Abla balkon masası için örtü lazım. Pazarda hem ucuz hem de çeşit çok. O pazara sosyete pazarı diyorlar, biliyorsun değil mi?” Pazar girişinde yer alan sergileri gezmiş, üstelik bundan hoşlanmıştım. Panik atak hastaları için netameli yerdir pazar. Özellikle de kapalı olanlar. Satıcıların bağırışları birbirine karışıyor, arada yabancı aksanlar duyuluyordu. Denizli geçici iskân kentiydi, bu yüzden pek çok yabancı vardı. Daha çok da bu çevrede yaşıyorlardı. Bu yüzden artık müteahhitler ev değil apart denilen o küçük daireleri yapıyorlardı. Pazara gidip gelirken, oralarda park yeri ararken Bach dinliyordum. Notalar birbiri ardına durmaksızın ilerliyor, hem küçük, kesin aralıklarla birbirinden ayrılmış hem de birbirine eklenmiş gibi görünüyorlardı. O şarkıyı çok seviyordum. İlk geçen yıl keşfetmiş, defalarca dinlemiştim. Hatta kısa bir notum vardı:
“Şarkılar dinleyin istiyorum, şarkılar. Durmaksızın. Bach G minör mesela. Gülümsersiniz belki. Sonra trafikte bir kadına yol verirsiniz, size gülümser. Karşılık olarak siz de gülümsersiniz. Sonra kadın evine gülümseyerek gider belki, çocuklarına kapıyı gülümseyerek açar. Belki o gece gülümseyerek uykuya dalar.
Belki böyle olmaz. Ama siz yine de bir kadının sizden kaynaklanan bir sebeple gülümsediğini hayal edin…”

Film izlemeden önce mutlaka yorumları okuyorum. Bazen Gülce uyarıyor. “Anne bak spoiler var.” Olsun. Bu, filmi daha dikkatli izlememe yardımcı oluyor. “Üç Maymun”u izledim dün. Tuhaf bir filmdi. Spoiler denebilecek yorumlardan birinde Nuri Bilge Ceylan’ın, film kahramanlarıyla duygu bağı kurmamızı istemediği saptaması vardı. Gerçekten böyle mi? Duygu bağı kurmadığı şeyi reddetmez mi insan? Bunun cevabını bilmiyorum. Ama bir kıyaslama yapabilirim. İki film seçeneği verilip birini ikinci kez izlemem istense Masumiyet’i tercih ederim. Üç Maymun’da Yavuz Bingöl’ün çok iyi oynadığını yazmışlardı ama ben Ercan Kesal’ın çok gerçekçi oynadığını düşünüyorum. Bu kez güzel değil tam rolünün gerektirdiği gibi bakıyordu. Özellikle kadının büroya para istemeye geldiği sahnede öylesine gerçekçi görünüyordu ki ben bile bunaldım.

Film bitiminde rezonans merkezini arayıp bir ön görüşme yaparak yarın için randevu alıyorum. Kapalı mekânlarda güneş gözlüğümle ve aralardan görünen bantlar ve lekelerle yine bir korku filmi kahramanı gibi görüneceğim ama gitmem gerek. İştahıma dizgin vuramıyorum. İlkel yanım alabildiğine açığa çıkmış, başlıca haz kaynağım yemek olmuş. Altı kilo almışım, dur demek gerekiyor. Yarın dur deme düşüncesi bugünden rahatsızlık yaratıyor, mutfağa girip sütlâç yapıyorum. Daha önce sadece kendim için yapmamıştım hiç, bu kez öyle. Alelacele soğuttuktan sonra bir, gecenin ilerleyen saatlerinde iki kâse daha yiyorum. Ne var ki bu esnada ertesi gün diyete başlayacağım düşüncesini az da olsa içselleştirdiğimi fark ediyorum. Ertesi sabah kalktığımda sade bir kahvaltıyla yetineceğim. Üstelik sütlâçların hepsini de kayınvalidemlere gönderiyorum.

Öğleden sonra hazırlanıp çıkıyorum. Randevu saatimden önce girip kendimi tanıtıyorum. Küçük bir test var. Neleri severim, hangi gıdalara düşkünüm? Aslına bakılırsa çok fazla değil ama zaaflarımın sonu yok. Mesela çekirdek yerken adeta kendimi kaybediyorum. En son Çalış sahilinde böyle yediğimi hatırlıyorum.
“Gülce’nin deyimiyle “hunharca” çekirdek yiyorum. Doğduğumdan beri yememişim, belki annem bana hamileyken yemiştir. Sen yeme diyorum, hepsi benim olsun. Çekirdekleri bırakıp diğerlerini saklıyor. Döke saça yiyorum. Çekirdeğin mutlu etme gücünü ilk kez fark ediyorum.”

Testten sonra yarım saatlik bir terapi görüşmesine giriyorum ancak on dakika sürüyor. Göz kapaklarımdaki dikişler yüzünden işlem yapılamayacak. Dikişin atma tehlikesi var. “Ne de olsa bu bir detoks programı” diyor kadın. Haftaya görüşeceğiz. Çıkışta biraz alışveriş yapıp eve geliyorum. Dışarıda okumadığım mesajlara bakmak için telefonu elime alıyorum. Yaratıcı yazarlık grubunda bilgilendirme mesajı var. Kitap fuarına katılacak yazarlar listesini göndermiş arkadaşımız. Fuar beklediğimden erken başlıyor, üstelik önem verdiğim bir isim var. İşte bu diyet kararımı perçinliyor. Önemsediğim insanların karşısına böyle çıkmak istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın, bu estetik bir kaygı değil. Sadece “ihtiyaçlar piramidinde” aniden an alta düşmekten rahatsızım. Karşıdan bakanın da böyle düşüneceğini varsayıyorum. Uzun süre önce okuduğum bir araştırma değerlendirmesini hatırlıyorum. Kadın ve erkeklerin kilo durumları kültürel, ekonomik, sosyal durumlarıyla uyumlu gidiyordu ancak kadın ve erkek arasında önemli bir fark vardı. Kadınlar piramitte yükseldikçe hafifliyor, erkeklerse aksine ağırlaşıyordu. Bunu hiç unutmuyorum.
Bu esnada Naz’la mesajlaşıp konuşuyorum. Diyet ve spora başladığımı anlatmıştım. Benim için bir şiir yazmış. Kahkaha sembolüyle gönderiyor.
“Dörtnala yürüyen bir bayan geçti şu tarafa doğru
Sana benzettim ne kadar doğru
Eğer yapmazsan dörtnala koşu
Allah’a emanet koca kalçalara doğru.”
Bunu da unutmamalıyım.

Bir bitki çayı yapıp balkona çıkıyorum. Gökyüzü beni hep büyüledi. İnceden başlayıp sonuna doğru hacim kazanan bir bulut var. Eski zamanlarda yaptığımız resimlerdeki baca dumanına benziyor. Bacası ve bacadan tüten dumanı olmayan resim yapmadık hiç. Belki diyorum, oralarda hala sobalı evler vardır. Belki medeniyet dediğimiz şeyin mutluluk getirmediğini anlamış, eski yaşamlarını olduğu gibi korumuşlardır. Belki o bulut, üç küçük çocuğu olan bir anneyle babanın yaşadığı tek katlı, küçük pencereli evin bacasından tüten dumandır. Çocuklardan biri kız kardeşimin küçüklüğüne benzeyen tombik, sevimli bir kızdır. Her sabah ağabeylerinin elinden tutup sokağa çıkıyordur. Ara sıra “Hadi!” diyordur büyüklerden biri arkaya dönerek, küçük kızın terliği sıkça ayağından çıkıyor, büyüklere ayak uydurmakta geri kalıyordur.

Üç kardeş başka arkadaşa gerek duymadan bahçelerde, uçsuz bucaksız gibi görünen kırlarda oynuyordur, çamurlara bulanarak, arada kedilerin kuyruğunu incitmeden çekerek. Acıktıklarında anneleri üzerine yoğurt ya da salça sürülmüş birer dilim ekmek veriyordur. Bir de tembih ediyordur âdet yerini bulsun diye: “Uzaklara gitmeyin ha!” Akşam yemeği hazırlıkları yapıyordur bu esnada. Sonra çocuklar eve dönüp yer sofrasında yemeklerini yedikten sonra anneleri bulaşıkları yıkarken minderler üzerinde uyuyup kalıyor, anneleri ellerini havluyla kurulayarak içeri geldiğinde hafiften hayıflanıp ama içten içe sevinerek “Hay Allah” diyordur, “Daha yıkanacaktınız.” Sonra hemen yandaki odaya geçip üç yatağı yan yana “yazıyor”, çocukları tek tek kucaklayarak yataklarına taşıyordur. Oda elektrikle değil ay ışığıyla aydınlanmıştır, uzaklardan köpeklerin havlama sesleri geliyordur ve çocuklar ömürlerinin en rahat uykusundadır. Ay ışığıyla uyuyup kuş cıvıltılarıyla uyanmanın bir mutluluk nedeni olduğunu bilmeden tadına varıyorlardır.

Belki tek katlı evin yanında yine kendisine benzeyen evler vardır. Evlerin hepsinde hayat denilen giriş vardır. Hayat bir nevi ortak alandır, her an misafire açık olmak demektir. Davete gerek yoktur, herkes teklifsizce birbirinin evine girip çıkmaktadır. Akşama doğru çay bardakları ve kaşıklarının sesi karışmaktadır başka seslere. O evlerde yaşayan, tek derdi karınlarını doyurmak, iyi anılmak olan kadınlar her akşamüzeri toplanıp, sohbet edip kahkahalar atıyordur. Yatalak yaşlıları vardır belki. Muhabbetten mahrum kalmasın diye kucaklayıp onları da hayata çıkarıyorlardır. Etraflarında capcanlı insanları, torunlarını yani hayatın devamını gören yaşlıların buruşuk yanakları mutluluktan al al oluyordur. Yüreklerinden dualar yükseliyordur. “Yokluklarını gösterme Allah’ım…”

Belki onlardan katman katman aşağılarda bir yerde bir kadın balkonunda oturmuş bir yandan çiçeklerine diğer yandan gökyüzüne bakıp bir masal yazmaya çalışıyordur. Zihninde, güzel bir şiirin armoniye dönüşmüş dizeleri: “Seni baharmışın gibi düşünüyorum…”
*Edip Cansever
Gülistan Sinanoğlu
26 Mart 2019